Gerilimden Beslenen Otorite:
Türkiye’de Öcalan–Erdoğan–Bahçeli Üçgeninde Liderlik ve Toplumsal Bağlılık
Özet
Bu çalışmam, Türkiye’nin son yarım - çeyrek yüzyılındaki üç baskın siyasal figürü olan Sn. Abdullah Öcalan, Sn. Recep Tayyip Erdoğan ve Sn. Devlet Bahçeli’nin, farklı ideolojik kamplarda konumlanmış olsalar da ortak bir otoriter kişilik yapısı ve gerilim üretimine dayalı liderlik modeli etrafında birleştiğini ortaya koymaktadır.
Analiz; siyasal-psikolojik ve sosyolojik liderlik teorileri ile karizmatik otorite kavramı üzerinden yürütülmüş, üç liderin toplumla kurduğu duygusal bağ, meşruiyet kaynağı ve itaat mekanizmaları arasındaki benzerliklerinin olduğunu ortaya çıkarmıştır.
1. Gerilim ve Toplumda Otorite Arayışı
Türkiye’nin modernleşme süreci içerisinde hiçbir döneminde tam anlamıyla rasyonel ve bürokratik bir dengeye oturmamış; daima darbe, kriz, tehdit ve kutuplaşma üzerinden güya sıfırlanarak yeniden kurulan siyasal alanlar ve yöneticiler üretmiştir.
Bu yapının içerisinde liderlik olgusu, ideolojik içeriğinden çok sosyolojik işleviyle belirginleşir:
Toplumu asgari müştereklerde bir arada tutan değil, onu sürekli hareket hâlinde gerilim ortamında tutan bir otorite biçimiyle yönlendirmek üzere yönetmek istenmiştir.
Darbe sonrası dönemde toplumu yeniden şekillendirmek
Abdullah Öcalan, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli bu bağlamda “karizmatik otorite kavramının farklı biçimlerini temsil ederler.
Farklı ideolojik alanlarda faaliyet gösterseler de üçüde meşruiyetini krizden, varlığını gerilimden, gücünü ise itaattan üretir.
3. Teorik Çerçeve: Karizmatik Otorite ve Gerilim Siyaseti
Max Weber’in karizmatik otorite tanımı, “olağanüstü niteliklere sahip olduğu düşünülen bir kişiliğe duyulan inanç” üzerine kuruludur.
Ancak Türkiye örneğinde bu karizma, yalnızca bireysel özelliklere değil; kolektif korkular ve tarihsel travmaların kişiselleşmesine dayanır.
Dolayısıyla lider, yalnızca yönetici değil, kolektif bilinçdışının taşıyıcısı hâline gelir.
Bu tür otorite biçimlerinde siyaset, çatışmanın çözümü değil; çatışmanın sürekli yeniden üretilmesi işlevini görür.
Gerilim, toplumsal dengeyi sağlamak yerine otoritenin devamını meşrulaştırır.
4. Üç Farklı Yol, Aynı Psikolojik Formasyon
4.1. Abdullah Öcalan: Devrimci Mitin İdeolojik Kutsallaşması
Öcalan, 1970’lerin devrimci kuşağının tipik figürlerinden biri olarak ortaya çıkmış, fakat kısa sürede ideolojiyi kendi benliğiyle özdeşleştirerek “Apocular” kişisel bir metafiziğe dönüştürmüştür.
PKK’nin iç işleyişinde dogmatik bir hiyerarşi kurmuş, “düşünen kadro” kavramını “itaat eden militan” kavramına indirgemiştir.
Siyasal anlamda Marx’ın kolektivizmini, psikolojik anlamda ise mistik bir lider kültüne dönüştürmeyi başarabilmiştir.
Onun kişiliğinde “devrim” ile “itaat” çelişkisi iç içe geçer:
Kolektif kurtuluş adına bireysel irade bastırılır.
Bu durum, tipik bir “paternalist otorite örneğidir” lider, halkının hem babası hem öğretmeni hem de yargıcıdır.
4.2. Recep Tayyip Erdoğan: Popülist İslam İman ve Devletle Özdeşleşen Benlik
Erdoğan’ın siyasal formasyonu, İslamcı muhafazakâr gelenekten gelse de onu farklılaştıran şey, teolojik inançla halkçı popülizmi bir araya getirerek bir sentez olarak birleştirmesidir.
Kendisini “milletin sesi” olarak değil, “milletin kaderinin temsilcisi” olarak sundu.
Bu durum, modern Türkiye’de dinsel meşruiyet ile demokratik temsilin mistik bir sentezini yaratmıştır.
Erdoğan’ın otoritesi ideolojik değil, duygusaldır; halkla kurduğu güçlü bağ rasyonel bir sözleşmeden çok itikat, iman ilişkisine benzer.
Bu nedenle ona yapılan eleştiri, yalnızca politik bir muhalefet değil, iman zayıflığı olarak da algılanır.
İtaat burada inançla özdeşleşmiştir.
4.3. Devlet Bahçeli:
Soğuk Disiplinin Kurumsal Sadakati
Bahçeli’nin liderliği ne devrimci bir mistisizm ne de popülist bir karizma taşır; o, devletin sesi, aklı ve sürekliliğini temsil eden teknik otorite figürüdür.
Kökeninde Alparslan Türkeş’in “devlet aklı” doktrini bulunur; dolayısıyla Bahçeli’nin karizması halktan değil, devletten türetilir.
Parti disiplini, kişisel sevgi veya inançtan değil, kurumsal hiyerarşiden doğar.
Ancak bu durum özgür düşünceyi daha fazla bastırır; lider, partinin bilinci değil, devletin bekâ kodlarının seslendiren dili hâline gelir.
Onun sessizliği bile siyasaldır; gerilimi genellikle kurduğu farklı cümlelerle veya bir süreliğine suskunlukla yönetir.
5. Ortak Payda: Gerilimden Meşruiyet Üretimi
Her üç liderin de meşruiyet kaynağı “halkın rızasını”almak değil, halkın korkularını öne çıkararak yönetmektir.
Bu korku, ideolojik biçimlerde değişse de özde hep aynıdır:
• Öcalan’da bu korku, “düşman Kürt” veya “ihanet eden devrimci”dir.
• Erdoğan’da “dış güçlerin, maşası olmak, vesayet odakları, milli irade düşmanları”dır.
• Bahçeli’de ise “devletin içindeki hainler ve bölücüler” ile işbirliğidir.
Bu figürler, toplumun travmatik belleğinde “kurtarıcı baba” tipini hep diri tutarlar.
Sigmund Freud açısından bu durum, bireysel özerkliğin bastırıldığı ve liderle özdeşleşmenin psikolojik güvenlik alanı hâline geldiği bir kolektif bağımlılıktır.
Gerilim bu nedenle bitmez; çünkü bitmesi, otoritenin zeminini ortadan kaldırır.
Toplumun sürekli bir tehdit algısı içinde tutulması, liderin “vazgeçilmez” konumunu pekiştirerek sürdürür.
6. Sonuç:
Eleştiri Kültürünün Bastırılması
Bu üçlü modelin ortak sonucu, eleştirel düşüncenin “ihanet” kategorisine itilmesidir.
Her biri, farklı ideolojik dillerle de olsada hep aynı söylemi söyler:
“Eleştiriyorsan, bizden değilsin.”
Bu durum, Türkiye’de kamusal aklın yerine duygusal sadakat rejiminin geçmesine yol açmıştır.
Sosyolojik olarak bakıldığında bu tür otorite biçimleri modernleşmeyi değil, itaati ve bağlayıcılığı pekiştirir:
Birey, sorumluluk almaktan çok korunmak ister; karar vermekten çok yönlendirilmeyi talep eder.
7. Sonuç: Üç Yüz, Tek Ruh
Abdullah Öcalan, Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli farklı tarihsel hikâyelerden gelseler de aynı siyasal antropolojinin ürünüdür:
Gerilimden meşruiyet, itaattan güç, kutsallıktan otorite devşiren bir liderlik biçimini temsil ederler.
Öcalan devleti reddederek kendi mitini kurdu;
Erdoğan devleti kendisiyle özdeşleştirerek yeniden tanımladı;
Bahçeli devlete sığınarak kendi varlığını korumasını sürdürdü.
Üçü de farklı dillerle aynı cümleyi kurdu:
“Ben olmazsam düzen çöker.”
Bu anlayış, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin önündeki en belirgin ve temel engeldir.
Çünkü bu zihniyet, halkın kendi kaderini belirleme cesaretini değil, bir lidere sığınma alışkanlığını beslemektedir.
Maaruf Ataoğlu
10 Kasım 2025


