Kırk Yılın Ezberi
Bağımlılık mı, Belirsizlik mi?
Sayın Demirtaş’ın 8 Kasım Mektubuna Açık Cevabımdır.
Sayın Demirtaş,
Edirne Cezaevi’nden kaleme aldığınız mektubunuz, barış, kardeşlik ve demokrasi temennilerini içeriyor. Ancak mektubunuzun satır aralarında, Kürt halkının yüz yılı aşkın mücadelesinin hem devlet hem de hareket tarafından nasıl bir “bağımlılık döngüsüne” mahkûm edildiğini görebilmek mümkün. Bu nedenle, mektubunuzda değindiğiniz her düşünceye, halkın tarihsel gerçekliği açısından bir Kürt aydını olarak cevap vermeyi bir sorumluluk olarak görüyorum.
1. Bağımlılık Metaforu ve Gerçek Bağımlılık
Mektubunuzun girişinde kullandığınız “ilaç bağımlılığı” benzetmesi, aslında halkın değil, siyaset sınıfının hastalığını özetliyor olmalısınız.
Kürt halkı, “aynı şeyi tekrar etmekten” değil, aynı otoritelerin farklı isimlerle kendini dayatmasından yüz yıldır artık yoruldu.
Bir zamanlar devlete, sonra lidere, bağımsız birleşik Kürdistan’a, sonra “legal” partiye, sonra da “yeni demokratik formüllere” bizler bağımlı hale getirildik.
Bugün bağımlı olan halk değil; halk adına sürekli rota değiştirmekten yorulmadan aynı sonuca “sıfıra” sonucu elde eden konuşanlardır.
Bağımlılık, aslında fikirlerin değil, figürlerin etrafında sürekli dolaşıp dönüyor.
2. Cumhuriyetten Çıkarılan Halk
“Yüz beş yıl önce birlikte kurduğumuz cumhuriyetten dışlandık” diyorsunuz.
Doğrudur, Kürtler, Zazalar, Aleviler ve diğer topluluklar bu cumhuriyetin eşit kurucuları olmalarına rağmen, tarih boyunca inkâr, asimilasyon ve kimliksizleştirme politikalarına maruz kaldılar.
Fakat bugün geldiğimiz noktada, halkın dilini ve kimliğini geri verecek olan, artık “devletin lütfü, demokratikleşmesi” değil, halkın kendi öz iradesi olmalıdır.
Cumhuriyet bizi yurttaş yapmadı; Kürt hareketi ve liderleri ise bizi hiç bir zaman kurtuluş öznesi yapamadı.
İki taraf da aynı hatayı paylaştı: Halk adına konuşmak ama halkı dinlememek.
3. Kırk Yıllık Çatışma: Kimin Hesabı, Kimin Faturası?
Siz çatışmanın yarattığı acılardan söz ediyorsunuz.
Evet, kırk yıldır binlerce gencimizi toprağa verdik.
Ama asıl sorulması gereken şudur:
Bu kadar ölümün sonunda ne kazandık, ne elde ettik ve ne öğrendik?
Cumhuriyet “terörle mücadele” ederken biz kurucusu olduğumuz Kürt halkını da düşman ilan etti.
Kürt hareketi ise “kurtuluş mücadelesi” derken, halkın vicdanını ideolojik disipline itaate ve dayatmalara boyun eğdirdi.
Bugün ortada ne özgür bir Kürt halkı var, ne de, ekonomisi ve vicdanı rahat bir Türk devleti.
Demek ki iki taraf da birbirinin aynasında kendi totaliter yüzünü hiç bir zaman görmek istemedi.
4. Şehadet, Sorgulama ve Kutsallaştırılmış Otorite
Mektubunuzda “canını feda edenlerin hatırası”ndan söz ediyorsunuz.
Elbette hiçbir kaybımız önemsiz değildir; ancak kırk yıl boyunca ölümü kutsallaştırmak, halka yaşamı unutturur.
Kürt halkı, yüz yıllardır “şehadet” adı altında evlatlarını mezara gönderirken, o evlatların yarattığı değerler üzerine son kurulan ideolojik dogma sorgulanamaz hale geldi.
Siz de diyorsunuz ki:
“Bir düşünce uğruna çok sayıda can verilmişse, o düşünce otomatikman doğru hale gelmez.”
O halde soralım:
Neden hâlâ o düşünceyi sorgulamak Kürt halkına “ihanet” sayılıyor?
Neden yapıcı eleştiri, bile “devletin dili” olmakla suçlanıyor?
5. “Kardeşlik Hukuku” mu, Yeni Bir Denetim Mekanizması mı?
Eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşlik diyorsunuz.
Ama Kürt halkı hem devletten hem de hareketten on yıllardır aynı cümleyi hep duydu: “Bize güvenin.”
Devlet güven dedi, öldürdü, hapse attı, sürgün etti, kalanı da asimile etti.
Hareket güven dedi, güvendikçe denetledi ve ruhunu teslim aldı.
Her iki güvenin de bedelini halk çok ağır ödedi ve ödemeye devam ediyor.
Kardeşlik, eğer biri ağabeylik taslıyorsa, o kardeşlik değildir.
Gerçek kardeşlik, ancak eşitlik bilinciyle mümkündür.
6. Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’a Çağrı
Sayın Demirtaş,
Barış çağrınızı samimi bulmakla birlikte, üç kişiye yönelttiğiniz davet (Erdoğan, Bahçeli, Öcalan) aslında halkın barışı değil, üçlü otoritelerin barışıdır.
Bu üç isim de, farklı ideolojiler altında tek adamlık rejimlerinin birer simgesidir.
Birisi dindar-milliyetçi, biri Türk-ırkçısı milliyetçisi, biri ise “devrimci-önder” şiarıyla öne çıkmış halkına artık hiç bir şey istemeyen halkın özgürlüğe ihtiyacı yok diyen liderdir. Üçününde istemi kendilerinin bekasıdır.
Halk itaat etsin.
Bu üçlünün masasında barış değil, denge vardır; adalet değil, iktidar paylaşımı vardır.
Gerçek barış, halkın bu masayı kendi elleriyle devirmesiyle, eşit şartlarda birlikte kuracakları bir başlangıçtır.
7. İmralı’ya Gidiş: Halkın Özgürleşmesi mi, Yeni Bir Bağımlılık mı?
“İmralı’ya gidin, Öcalan’ı dinleyin” diyorsunuz.
Ama halk, zaten kırk yıldır İmralı’ya gidiyor ve hep onu dinliyor.
Dinledikçe düşünmeyi de unuttu.
Bir halkın kaderi, tek bir adadan gelen sesle belirlenemez.
Bugün Kürt gençlerinin dağa değil, bilime, sanata, üretime yönelmesi gerekiyor.
Silah değil, düşünce üretmeliyiz.
Sayın Öcalan’ı dinlemenin zamanı geçti; artık halkın önüne yeni ufuklar açacak fikirlerin ortaklığına kolektif bilinci dinlemelerinin zamanıdır.
8. Cesaret mi, Samimiyet mi?
Cesur olmak gerektiğini söylüyorsunuz.
Evet, ama cesaret, herkesin sürekli İmralı’ya gitmesinde değil;
Halka dönüp “biz de yanıldık” yanlış yaptık ey halkımız diyebilmekte gizlidir.
Gerçek cesaret, halkın kandırıldığı, manipüle edildiği, ideolojik olarak kuşatıldığının gerçeğini itiraf etmektir.
Barış, önderlerin dilinde değil, halkın vicdanında başlayacaktır.
Sonuç:
Artık Biz Kürtler Kimsenin Çırağı Değiliz
Biz yüz beş yıl önce cumhuriyetin çıraklarıydık,
Sonra devrimcilerin, sonra demokratların, sonra barış masalarının.
Ama artık kimsenin çırağı değiliz.
Kendi dilimizle, kendi aklımızla, kendi vicdanımızla konuşmak istiyoruz.
Cumhuriyet bizi yurttaş saymadı,
Hareket bizi özne saymadı,
Ama biz hâlâ bu toprakların hak sahibi çocuklarıyız ve dimdik ayaktayız.
Gerçek kurtuluş, artık “pardon, bizi yanlış anladınız” diyenlerden değil,
kendi hakikatini kendi dilinde dile getiren Kürt halkının özgür düşünen evlatlarından doğacaktır.
Saygılarımla,
Maaruf Ataoğlu
8 Kasım 2025 Köln

