Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüz Yıllık Sarmal ve Bugünün Dersleri
Maaruf Ataoğlu
Türkiye siyasetinde Kürt meselesi, ne yazık ki her dönemin en kolay istismar edilen, en hızlı unutulan ve en sık inkâr edilen gerçeği olmayı sürdürüyor. Bugün yaşananlar yeni değil; sadece yüz yıllık bir hafızanın yeniden su yüzüne çıkmış hâlidir. Bu açıdan bakıldığında, her aktörün tutumundan çıkarılacak çok ciddi dersler vardır.
CHP’nin yüz yılı aşan Kürt inkârının, yakın dönemde yeniden görünür hâle gelmesi, özellikle parti içinde varlık gösteren başta Alevi Kürtler olmak üzere tüm CHP’li Kürtlere bir uyarı niteliğindedir. Zira resmi ideolojinin mayası değişmediği sürece, vitrine konulan birkaç isim ya da çıkarları için dönemsel yumuşama politikalarıyla Kürtlerin oylarını devşirenlerin İstanbul’u iki defa yeniden fethetmiş gibi davranarak, karşılığında Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanına M. Kemal Atatürk’ün portresini hediye etmeleri, gerçek bir demokratik dönüşüm anlamına gelmemektedir. Kürtler için bu durum, hafızayı taze tutmanın zaruri ve zorunlu önemini bir kez daha göstermektedir.
AKP cephesi ise başlı başına başka bir ders konusudur. Müslüman Kürtleri heybesine alarak Türkiye’yi terörden arındırma projesinin ikinci “Çözüm Süreci”ne soyunan iktidar, yirmi yılın sonunda Rojava’daki Kürt kazanımlarını terörist Colani’ye peşkeş çekmeye çalışır bir hâle gelmiş; süreci ise gönülsüz, herhangi bir yasal güvenceye dayanmayan, mahcup bir görüntüyle yürütür gibi yapmıştır. Ayrıca Kürt meselesinin Sayın Bahçeli’nin siyasi çizgisine teslim edilmiş olması, bugün gelinen noktayı fazlasıyla açıklamaktadır. Partinin İmralı’ya sadece “kerhen” gitmesi, devlet politikası ile parti ideolojisi arasındaki makasın ne kadar dar olduğunu ortaya koymuştur. Bu tablo, Kürtlere şu gerçeği öğretmektedir: Samimiyetsiz İslam, din değildir; “güvencesiz” barış, barış değildir.
MHP ve Sayın Bahçeli’nin tutumu ise artık kronik bir devlet refleksinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Rojava’daki Kürt kazanımlarını tehdit sayan yaklaşım, bir yandan Sayın Öcalan üzerinden yapay gündemler üretirken, öte yandan Rojava Kürtlerinin kazanımlarını kendi iç siyasi tartışmalarına çekmeye çalışmaktadır. Bu siyaset biçimi, Kürtlerin bölgesel kazanımlarına ve eşit vatandaşlık taleplerine duyulan derin huzursuzluğun açık bir ifadesidir. Kürtlerin bu manipülasyonun amacını ve yönünü doğru okuması kaçınılmaz bir gerekliliktir.
AİHM kararlarına rağmen, Bahçeli’nin çağrılarına rağmen; Sayın Erdoğan’ın Selahattin Demirtaş’ın bırakılması yönündeki hukuki yükümlülüğü yerine getirmemesi ve Sayın Öcalan’ın bu süreçte sessiz kalması da ayrı bir ders niteliğindedir. Çünkü bu durum, meselenin kişisel tutumlardan değil, devlet aklının katılığından kaynaklandığını bir kez daha göstermektedir.
Ve Sayın Demirtaş’ın son açıklamalarında Sayın Erdoğan’a, Sayın Bahçeli’ye ve Sayın Öcalan’a aynı anda “selam çakması”, onlara “sağlıklı uzun ömürler” dileyip “başımızdan eksik olmamalarını” istemesi… Bu tutumun da Demirtaş için ciddi bir ders niteliği taşıdığı ortadadır. Kürt siyasetinin en dinamik figürlerinden biri olan bir liderin, bu üç farklı siyasi odağa aynı anda göndermede bulunması, Kürt tabanında büyük bir kafa karışıklığı ve üzüntü yaratmaktadır.
Sonuç olarak;
Bugün yaşanan tüm bu gelişmeler, siyaset sahnesindeki her aktör için olduğu kadar Kürt halkı için de bir muhasebe zorunluluğu doğurmuştur. Çünkü gerçek değişim dışarıdan değil, ancak Kürtlerin kendi siyasal aklını yeniden kurmasıyla mümkündür. Herkesin söylediği değil, yaptığı esas alınmalıdır.
Kürtler artık şunu net biçimde görmek zorundadır:
Ders çıkarmayan, ders konusu olarak işlenmeye devam eder.


