Tutsaklık Sendromu:
Devletin Laboratuvarında Dönüştürülen Liderlik
Maaruf Ataoğlu
Emperyalist devletler, tarihin her döneminde düşmanlarını tamamen yok etmekten ziyade onları dönüştürmeyi tercih etmiştir.
Çünkü dönüşen düşman, silahını ve özgürlük talebini bıraksa bile silik meşruiyetini hep sürdürmesi istenir;
ama bu meşruiyet artık halkın değil, devletin hizmetine girer.
Kuzey Kürdistan’ın özgürlük mücadelesi süreci tam da böyle bir laboratuvardır:
Taleplerle ortaya çıkan bir ideolojinin kırılıp yeniden şekillendirildiği,
bir liderin düşman olmaktan çıkarak araca dönüştürüldüğü,
bir halkın bilincinin psikolojik denetim altına alındığı çok kapsamlı bir laboratuvar.
Liderin tutsaklığı, fiziki bir hapislik olmanın ötesinde siyasal bir mühendislik projesidir.
Aslında, Devlet, onu hücresine kapatarak susturmadı;
tam aksine, o hücreyi bir mikrofon odasına çevirdi.
Her “sesleniş”, her “perspektif metni” bu mikrofonun bir yankısı oldu adeta.
O lider artık yalnızca cezaevinde bir tutsak değil, devletin kontrollü ideolojik yayın merkezi haline getirilir.
Bir Dönüştürme Operasyonunun Anatomisi
1999’dan sonra başlayan süreçle birlikte liderlik artık bir örgüt lideri değil,
devletin yönlendirdiği bir sosyal mühendislik figürü olarak
Kürt halkının ve Kürdistan özgürlük mücadelesinin yeniden tanımlanmasını sağladı.
Eskiden devlete karşı “düşman” olarak konumlanan, birleşik ve bağımsız Kürdistan isteyen bu figür, şimdi ise Kürtler için hiçbir hak talep etmeden devleti “yeni cumhuriyetin ortak kurucu unsuru” bir topluluk olarak lanse etmeye başladı.
Bu değişim yalnızca bireysel bir fikir evrimi değil,
bütün bir halkın politik yönünü değiştirecek büyüklükte bir proje olarak ideolojik bir kayma yarattır. Devlet, liderliğin karizmasını yok etmek yerine, aksine onu adeta yeniden işlevselleştirdi.
Askerî Rômî’den günümüze devlete pek güvenmeyen Kürt halkı, artık devlete değil, devletin içindeki liderlerine güvenerek yeniden onun yeteneklerine inanmaya başladı.
Böylece devlet yüz yıllık isyanın ruhunu, kendi simgesi üzerinden kolaylıkla denetim altına aldı.
Belki de böylesi bir durum, tarihsel olarak Kürt halkı üzerinde ilk kez yaşanan bir trajedidir:
Belli ki emperyalist devlet, yok edemediği bir halkın kendi kurtarıcısını rehin alınmış imajıyla değil, ona alan açmak suretiyle bir süre daha onu yönetmekten vazgeçmedi.
Belki de bu uzatma sürecinde, yerine başka birini ikame etmek için çoktan hazırlık yapmaya başlamıştı bile.
Bunun adı artık kutsallaştırılmış bir teslimiyettir.
Kürt siyasetinin bugün içinde bulunduğu kriz, bu laboratuvarın doğrudan bir ürünüdür.
Bu sebeple lider eleştirisi halk içerisinde ihanet sayılmakta;
eskiden “terörist” dedikleri lideri eleştirenler bile,bu kez devlet tarafından “düşüncesini dile getirdiği için” komplocu, barış istemeyen süreç karşıtı olarak yaftalanmaktadır. Oysa bir halkın özgürlük bilinci, eleştirisiz bir liderlikte değil; kutsallığın yıkıldığı ve doğruların özgürce tartışılabildiği anda başlar.
Bir Halk Hastalığı Olarak Tutsaklık Sendromu
Tutsaklık sendromu yalnızca lideri değil, ona körü körüne bağlı, inanan Kürt halkının yani bizlerin, toplumsal yapısının da kabullendiği bir halk hastalığı haline gelir. Bu sendromda halk, liderine acır; lider, devletine sığınır; devlet ise her ikisini istediği şekilde yönetir. Sonuçta ortaya çıkan şey özgürlük değil, halkın kendi tutsaklığını romantikleştiren, esareti özgürlük olarak gören bir kısır döngü psikolojisi oluşturulur.
Kürt toplumu artık bir tercihle karşı karşıyadır:
Ya “lideri anlamak” adı altında sonsuza kadar bu kısır döngüyü sürdürecek, ya da kendi kaderini yeniden tanımlayarak liderlik kültünü kırıp özgürlüğü çoğulcu fikirlerin somutlaştığı bir birliktelikte sağlayacaktır. Çünkü liderliğin mutlaklaştığı yerde hiçbir zaman halk yoktur;
halkın iradesinin yeniden doğduğu yerde ise güçlü liderlere itaat etme mutlakiyetine ihtiyaç yoktur.
Devletin Stratejik Sessizliği
Bugün devlet, Lidere değil,
Lider üzerinden Kürt halkının uyumluluğuna ve sessizliğine yatırım yapmaktadır.
Her suskunluk dönemi, Kürt hareketi içinde kabuğuna çekilerek yeni bir bölünmeye;
her olumsuz “mesaj” ise yeni bir hizbin doğumuna, ayrışmalara veya inancın kırılmasına yol açmaktadır.
Böylece Kürt siyasetinin iç dinamikleri,
devletin kontrollü zamanlamasına bağlanarak güçsüzleştirilmiş hale getirilir.
Bu durum, aynı zamanda bir tür “ölçülü nefes alma” stratejisiyle, halkın duygusal tepkilerinin dahi denetlenmesi demektir.
Bu tutsaklık artık bir kişi değil, bir politika biçimidir.
Bu politika, halkın umudunu söndürmeden ama hiçbir zaman özgürlük alevine dönüştürmeden, sürekli bir bekleyiş halini sürdürmektir.
Ne barış olur ne savaş biter. Çünkü asıl amaç çözüm değil, çözümün ötelenmesidir.
Böylece Kürt halkı, daima “bir sonraki açıklamayı” bekler umuduyla yaşayacak duruma getirilir. Tıpkı bir halkın, yıllardır tutsak liderinden umut mektubunu beklemesi ve ondan bir haber alması umudunun beklentisine alıştırılması gibi bir mühendislik projesi…
Sonuç: Kehanetin Laboratuvarı
Kesire Yıldırım’ın on yıl önceki kehaneti artık yalnızca bireysel bir öngörü değil, devletin planlı stratejisinin tarihsel özetini önceden gördüğünün vücut bulmuş halidir. O, bir erkeğin hırsından doğan felaketi, bir halkın bilincine dönüşecek kadar derinden bir sezgiyle önceden kavramıştı.
Bugün Tutsaklık Sendromu, o felaketin kurumsallaşmış biçimidir.
Ve bu sendrom kırılmadıkça Kürt siyaseti, her defasında yıllarca verdiği mücadeleyi yeniden başa saracak; Ve devletin lider üzerinden tasarladığı hız bariyerine toslayarak tekrar yaralarını sarmaya yönelecektir.
Bir halkın özgürleşmesi, devletin inşa ettiği “lider duvarına” çarpmakla değil, o duvarın halk tarafından yıkıldığı gün ile başlayacaktır.
Çünkü gerçek özgürlük, devletin icazet verdiği sessizlikte değil,
halkın kendi özgür sesinde be iradesinde saklıdır.


